Öğlen vakti, eskiden Hısn-ı Mansur Kale’si diye bilinen yerin, Güney’inden Kuzey yönüne gidiyorum.
Bu defa, çarşı merkezindeki caddeyi kullanmak istemiyorum.
Sakin ve sessiz olması nedeniyle, Kale’nin etrafını çevreleyen yoldan ilerliyorum.
Hani “sanat sokağı” olan, ama şimdilerde korku sokağı olarak bilinen o yoldan.
Parçacılar yokuşundan başlayıp, Kale merdivenleri çıkışına kadar olan o sokaktan geçmek, bazen yürek ister.
Arkasını Kale’ye dayamış olan boydan boya dükkân olan sokak, her ne kadar çarşı görüntüsü verse de, aslında içinde bulunan birkaç esnafın dışında tamamen boş, atıl durumda.
Boş olması önemli değil, ancak çöpler içinde olması, ahşap muhafazalarının kırık, dökük olması, sarhoşların, sözde âşıkların ressamlar gibi büyük emek vererek yazdıkları, çok renkli yazılarla işgal edilmiş durumda olması büyük sıkıntı ve problem.
Sokak ortasında durmuş, argo konuşmalar yaparak gülüşen gençler var.
Sadece birkaç esnafın, orada nasıl olup da iş yapıp geçinebildiklerine ve olanlara dayanabildiklerine akıl erdiremiyorum.
Gün ortası olmazsa, gece geç vakitlerde, kesinlikle o sakaktan geçmem/ geçemem.
Hem can güvenliğinden, hem de korku ve endişeye mahal verdiğinden, geçmek için birkaç kez düşünmek gerekir.
İstemeden de olsa geçip, Kale merdivenlerinden çıkıyorum.
Sokak ahvali ayrı bir manzara, yukarıdaki Kale etekleri daha farklı bir manzara.
Sağda, solda çamların altında, çimenlerin üzerinde bağdaş kuranlar, rastgele uzananlar, tamamı gençlerden oluşanların, birçok değerden habersiz, birbirleriyle pek de hoş olmayan elle şakalaşmaları, bağırarak küfürlü konuşmalar, daha neler, neler…
Rastgele yiyip, içenlerle gündüz vakti böyle olursa, gece vakitleri nasıl olur, gerisini varın siz düşünün artık.
Çıkarken, çimenlerde oturan kızlı-erkekli bir gruba, gayr-i ihtiyarı bakıyorum.
Oralarda belli bir yaşın üstündekileri göremediklerinden olsa gerek, bakmamdan rahatsız oldular sanırım.
Bir de “ne bakıyorsun moruk, hayırdır?” demezler mi?
Şaşırıp kaldım, ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim.
Başını, sonunu hesap edemediğim bir durumda kaldım.
Konuşsam bir türlü, konulmasam bir türlü!
Cevap versem, tartışma olacak, belki sonunda kavga olacak.
Cevap vermesem, söylenenleri yutmuş olacağım ki, bu pekte sevmediğim ve tasvip etmediğim bir durum.
Hızlıca bir durum muhasebesi yapıp, en iyisinin konuşmadan, istemeden de olsa oradan ayrılmak olduğunda karar verdim.
Sadece “Hiçç” diyebildim ve adımlarımı hızlandırarak, oradan ayrılmak zorunda kaldım.
*
İlk defa buraya gelenler ile Şehirde yaşayanlar gibi, bizim de gençliğimizde, Kale’de biriktirdiğimiz sayısız hatırlarımız ve yaşanmışlıklarımız vardı.
Öyle ki bir çırpıda Kale merdivenlerinden çarşıya inip, aynı hızla çıkmışlığımız vardı.
Rengârenk güllerden, çiçeklerden ve süs havuzundan oluşan, Kale diye tabir ettiğimiz yerde, muhteşem, dolu dolu geçirdiğimiz zamanlarımız vardı.
Sonradan da olsa, aslına uyarlanıp yapılmış surları ve burçlarından, şehri tepeden temaşa eylediğimiz anılarımız vardı.
Ramazan ayında, yönünü Kuzey’e çevirmiş tarihi toptan, oruçlunun iftar vaktini müjdeleyen ve Karadağ’a doğru yapılan patlamayı seyretmek için, kalmışlığımız vardı.
Şimdiler de ise, tüm o yaşanmışlıkların yerle yeksan olduğu mekânları gezerek, anılarımızı tazelemek için, ne yeri ne de zamanı kaldı.
Özellikle, çamların altına mesken edinmiş, sevgililerin ve bazı kendini bilmez gençlerin işgal ettiği, kendinden başka kimselere tahammül edemedikleri bir ortama dönmüş durumda.
Hâlbuki bu bölge, şehrin en nadide ve gözde olan, insanların nefes alabileceği yerlerin başında gelmekteydi.
Ne günlere kaldık yarabbi!
Kerim BAYDAK