Dr. Hasan YAĞAR

BİRAZ TARİH

Dr. Hasan YAĞAR

(Osmanlı Devletinin Yıkılışında Etken olan Bazı Nedenler)
    Bilineceği üzere devletler de aynen canlı organizma gibidir. Ona can veren öğeleri ihmal ederseniz vaktinden önce kaybedersiniz. Bu açıdan bakarak, vakti zamanında o dört kıtada egemen olmuş koskoca İmparatorluk durup dururken mi, yoksa bazı ciddi ihmaller nedeniyle mi Tarihe karıştı. Hemen hepimizin dikkatini çektiğine inandığım bu noktaya bir nebzecik değinmek istedim.     Binaenaleyh Tarih için : “Tarih,  geçmişin küllerini değil kıvılcımlarını yaşadığımız zamana aktarabilmek için okunmalıdır”şeklinde bir tespit hep yapıla gelmiştir. Ama biz bu gün kıvılcımları değil külleri söz konusu edeceğiz. Tabii olarak kıvılcımlar da kendini dolaylı da olsa gösterecektir.
    Hemen herkesçe bilindiği üzere Osmanlı Devletinin temeli M.S. 1299 tarihinde atılmış oldu. Kuruluşundan itibaren bazı zikzaklar çizerek en muhteşem anına yükseldi. Yükseldi yükselmesine de bu haşmetine ve dahi yaklaşık 600 yıllık ömrüne rağmen nasıl oldu da hâke yeksan oldu.(1918-1299=619).
    Bunun nedenlerini irdelediğimiz zaman, son zamanlarına doğru ilimden ve yönetime dair bazı ilkelerden uzaklaştığını büyük bir hayret ve ibretle görebilmekteyiz. Mesela Fatih zamanına kadar “DİVAN-I HUMAYUN” denen karar alma meclisine hep padişahlar başkanlık etmişlerdi. Ancak Fatih zamanına geldiğimizde bu Divanın toplantısı sırasında ayağı çarıklı, üstü başı pejmürde bir köylü içeri girer ve şimdilerde olduğu gibi o tarihlerde henüz TV olmadığından Padişahı tanıyamadığı için elindeki kâğıtla içeri dalar ve “Devletlû Hünkâr hanginizdir” diye sorar. Padişahın canı sıkılmış olmalı ki Sadrazam hem işi tatlıya bağlamak hem de Padişahı bir bakıma hoşnut etmek için “ Şevketlim bundan böyle başkanlığı Sadrazama bırakıp bir perde arkasından Divanı takip etmeniz münasip olur mu ?” der ve öneri uygun görülür. Bundan böyle Padişah bir tül perde arkasından Divanın görüşmelerini takip eder. Bu tül perde zamanla kalınlaştı. Derken Kanuni zamanında bir kafes arakasından takip yapıldı. 17.Y.Y’dan sonra bu da terk edildi. Zamanında bir tül olarak teklif edilen sistem kalınlaştı, duvarlaştı gitti. Maalesef bundan sonra da o güzelim sistem bozuldu. İşler tamamen millet problemlerinden uzak toplantılar icra edilmek suretiyle yönetimde hatalar oluşmaya başladı. Ve bu ilkesizlik ister istemez halkın Devlete olan güvenini sarsıntıya uğratmış oldu.(bkz.Tahsin Ünal, Türk Siyasi Tarihi, Genişletilmiş 5. Baskı, Ankara, 1978, s.23.).
    Diğer taraftan devlette mülki ve askeri idarede görev alacaklar  “ ENDERUN ” denen bir okulda yetiştiriliyor ve buradaki eğitimden geçenler yeteneklerine göre sadrazamlığa kadar yükseltilmekteydi. Prensip olarak da devşirme tabir edilen yabancı uyruklu kişiler daha çocukluğundan itibaren bu okulda yetiştirildiği halde halkın asli unsuru olan insanlar bu nimetten mahrum bırakılmaktaydı. Ancak devletin güçlü olduğu dönemlerde burada yetişip belli mevkilere getirilen yabancı asıllı bu insanlar devlete hizmette kusur etmediler. Ne var ki devletin zaafa düşmeye başladığı dönemde devlete ihanet etmeye başladılar. Binaenaleyh bu insanlar zaman içerisinde kimliklerine vakıf olunca kendi milliyet dürtülerine kapılabilmişlerdir. Bununla birlikte zaman içerisinde bu kurumun eğitime dair ilkeleri de bozulmaya başlayınca ister istemez gerek mülki ve gerekse askeri yönetimde zaaf baş göstermeye başladı ve bu nedenle devlet hem itibar hem de cephelerde toprak kaybetmeye başladı. (bkz. Aynı eser, s.25).
    Daha da önemlisi devlet ordusunun asli unsurunu teşkil eden ve adına “Yeni Çeri) denen güce ait prensipler de zaman içerisinde her ne hikmetse zaafa uğratılmış gözükmektedir. Mesela ilk mevcudu 300-500 iken Yıldırım Bayezid döneminde  bu mevcut 1000’e, Fatih döneminde 1.150’ye, Kanuni döneminde 20.000’e, II. Selim zamanında 40.000’e, 17.Y.Y’da 100.000’e ve nihayet II. Mahmut zamanında da 140 000’e çıkarılmıştır. Bu teşkilata 17.Y.Y.’a kadar takviye yapılırken teşkilat hakkındaki ilkelere harfiyen uyulmuşken, bu raddeden sonra yani bu Yüz Yılın başından itibaren bu prensiplerden uzaklaşılmıştır. Mesela tipik bir örnek olarak III. Murat döneminde oğlunun sünnet düğününde kendisini memnun eden cambaz, hokkabaz ve palyaço kılıklı adamlar hiç düşünülmeden ve dahi teşkilattan sorumlu olan Yeniçeri Ağası’nın muhalefetine rağmen bu teşkilata aktarılmıştır. Bu raddeden itibaren artık bu tür katılımların önü alınamamıştır. Diğer taraftan kuruluşundan itibaren kışlalarda iskân edilen bu teşkilat mensupları bundan sonra artık evlenip çoluk çocuk ve ev bark sahibi olmaya başladılar. Hatta bunlardan ticaretle uğraşanları bile vardı. Bu duruma sahip kılındıktan sonra bu teşkilattan savaşa çağrılanlar gitmezlik bile yapabilmişlerdir. Kısacası bu insanlar asker olmaktan çıkmış esnaf ve sanatkâr olmaya başlamışlardır. Bu durum, hangi sebeple Karlofça (1699) ve Pasarofça (1716) Antlaşmaları ile toprak kaybına başlandığının en ibretlik göstergesi olarak bize tanıklık etmektedir. (bkz.a.g.e. s.19-22).
    İşin daha da vahimi şimdiki üniversiteler demek olan medreselerdeki korkunç durumdur. İlk medreselerde dinî bilgilerle birlikte o tarihte müspet ilim, günümüzde de pozitif ilimler olarak nitelenen ilimler okutulmakta iken son zamanlarda yani 17.Y.Y.’dan itibaren maalesef sadece dinî konular ağırlıklı bir menderese  türü karşımıza çıkmaktadır. Artık medreselerde askere gitmek istemeyenlerin ağırlıkta olduğu gözlemlenmektedir.  Mesela bu amacı güden bir medrese öğrencisine Moskova hakkında coğrafi bir soru sorulmuş verilen cevap: “ Allah Moskof keferesinin belasını versin ve yüzünü göstermesin” şeklinde olmuştur.  Bir başka örnek olarak bir mühendislik sınavında “bir üçgenin iç açıları toplamı kaçtır” diye sorulan soruya, kendisini mühendis sanan kişi “ÜÇKENİNE GÖRE DEĞİŞİR” cevabını vermiştir. Vahametin derecesini görebiliyor muyuz?  
    Peki, devlet yıkılmasın da neylesin. Tüm bu akıl dışı uygulamalarla birlikte bir de rüya ve büyünün de toplum içerisinde ağırlıkta olduğu söz konusudur. Mesela ele geçirmek istenen bir imkânın ölçüsü adeta Hz. Peygamberi rüyasında görmüş olma şartına bağlıydı. Bu cümleden olarak Mısır yönetimine talip olmak isteyen Şuara zade isimli bir meczup: “ Hz. Peygamber’in Mısır yönetimini bana verdiğini rüyada gördüm. Buna rağmen her kim bu işe talip olursa bir hayır görmez ve evi barkı tarumar olur” diyerek rakiplerini susturmuş ve böylece  amacına ulaşabilmiştir.(bkz.a.g.e. s.31)  Kepazeliği görebiliyor muyuz.?
    Bu işler elan Türkiye Cumhuriyeti Memalik inde de berdevam değimlidir?!
    İşte tüm mesele sevgili dostlar Yüce Yaratıcının yaratıkları arasında muhakeme gücünün timsali olan akıl faktörüne sahip kıldığı bizlerin bu yetiyi kullanmak veya kullanmamakta mündemiçtir. Rehberimiz olması gereken Kur’an’ın Yunus Suresinin 100. Ayetinde Kâinatın Haliki : “ Aklını kullanmayanların üzerine rics /pislik boca ederim” derken bu Rehberin saliki olan bizler bilmem ki nerdeyiz ve ne işle meşgulüz. 
    Rabbim cümlemizi aklını kullananlardan eylesin inşallah. Selam ve dua ile.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları